İNSANLAR ARTIK CHP’NİN TÜRKİYE’Yİ YÖNETEBİLECEĞİNE İNANIYOR

Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Mahir Polat  İzmir Gündem’e ekonominin geldiği son durum, Suriyeli mülteciler sorunu ve dış politikayla ilgili değerlendirmelerde bulundu. Yerel seçimin CHP ve Türk siyasetine etkilerini de gazetemize yorumlayan...

19 Ağustos 2019, 01:35
İNSANLAR ARTIK CHP’NİN TÜRKİYE’Yİ YÖNETEBİLECEĞİNE İNANIYOR

Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Mahir Polat  İzmir Gündem’e ekonominin geldiği son durum, Suriyeli mülteciler sorunu ve dış politikayla ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Yerel seçimin CHP ve Türk siyasetine etkilerini de gazetemize yorumlayan Polat, insanların üzerindeki korku dalgasının yıktığını söyledi.

“TOPLUM RAHAT BİR NEFES ALDI.”

 Öncelikle yeni bir yerel seçimden geçtik. Bu seçim sonuçlarını CHP açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

CHP’nin uzun yıllardır uygulamaya çalıştığı bir strateji var. O strateji de toplumun tamamını kucaklayabilecek bir yapı kurmak. O yapı ilk Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bugüne oluşturulmaya çalışılan bir yapı. İlk defa bu stratejinin toplumda doğru karşılık bulduğunu düşünüyorum ve bununla birlikte başarının geldiğini görüyoruz hep beraber. CHP kendisinde olmayan bir çok yerle ilgili çok güzel şeyler yaptı fakat bununla birlikte İzmir’de benim umduğum birkaç yeri kaybetti, bu benim için çok büyük bir üzüntü kaynağıdır. Onun dışında özellikle İstanbul, Ankara, Artvin, Ardahan, Kırşehir, Adana, Mersin, Antalya gibi yerlerin kazanılması güzel bir başarı oldu. Toplumun rahat bir nefes aldığını düşünüyorum. Özellikle yenilmez olarak görülen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de yenilebileceği görüşü toplum nezdinde oluşmaya başladı. İnsanlarda geleceğe dair bir korku dalgası vardı, insanlar hep bu korku dalgasıyla yaşayacaklarını düşünüyorlardı, bu seçimin de bu görüşü yıktığını düşünüyorum.

“TÜRK EKONOMİSİNİN GELECEĞİ İYİ ŞEYLER VADETMİYOR.”

Siz aynı zamanda Uluslararası Politik Ekonomi Uzmanı titri olan birisiniz. Türkiye ekonomisinin son durumu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bu çok basit bir denklem, üretmeyen hiçbir ekonominin ayakta kalabileceğini düşünmüyorum. Kaldı ki dünya artık çok çok ileri teknolojilerin, bilişim sanayisinin olduğu bir yer, Türkiye’de bilime dayalı üretim katkısının ne olduğuna bakarsak ekonominin nereye gideceğini de görebiliriz. Üzülerek söylüyorum ki, üretim anlamında baktığımızda Türk ekonomisinin geleceği çok iyi şeyler vadetmiyor.

“TÜRK TARIMI ARTIK ÜRETEMİYOR.”

Siz İzmir’in dış ilçelerini sıkça gezdiği bilinen bir milletvekilisiniz. Vatandaşın size en çok şikayet ettiği şey nedir, halk genel olarak nelerden muzdarip?

Genelde kırsalda hayat pahalılığından, üretim girdilerinin çok yüksek olmasından, hayvancılıkla ilgilenenler için yem fiyatlarının çok yüksek olmasından, yani üretememekten şikayetçiler. İnsanlar gerilmiş bir yay gibiler, üretmek istiyorlar ve üretmek için de her şeyleri var fakat girdiler çok yüksek. Mesela eskiden tohum bir girdi değildi, ama şuan Türkiye tarımında tohum ciddi bir girdi maliyeti haline gelmiş durumda. Mazot, gübre ve hatta su bile ciddi bir girdi maliyeti insanlar için. Üretemeyen bir kırsalla karşı karşıyayız. Üretemedikleri için de bu insanlar hayatlarından memnun değiller. Ben bu seçimden önce Bayındır Pınarköy’e gittiğimde, orada benden genç, çiftçi bir babanın borçlarından dolayı intihar ettiğini duydum.  Evine gittim, o evdeki manzara hala hatırladıkça beni ürperten bir manzaradır. Her şey vardı, hayvan damları vardı, fakat hayvan yoktu o damlarda. Ve o çiftçi borçlarından dolayı intihar etmişti. Bunun anlamı şu, o damları dolduracak inek de bulsa o hayvanları besleyecek yemleri alamıyor ve insanlar bir süre sonra borç harç içerisinde intihara doğru gidiyor. Bu Türk tarımının, Türk kırsalının da nereye doğru gittiğinin görülmesi anlamında önemli bir veri. İnsanların üretecek ekonomilerinin olmayışını da her birimiz direkt olarak görüyoruz. Meyve ve sebzenin fiyatlarının artışı da, bu üretimin sağlıklı şekilde sağlanamamasının bir sonucudur. Gıda fiyatlarının nereye geldiğini görüyoruz çünkü Türk tarımı artık üretemiyor, ithal ve dışa bağımlı bir hale geldi. Eskiden okullarda Türkiye’nin üretimiyle kendi kendine yetebilen bir ülke olduğu öğretilirdi, bugünse Türkiye’nin kendi kendine yetemediğine tanıklık ediyoruz.

İzmir özellikle son dönemde çok büyük bir göç dalgasıyla karşı karşıya. Zaten kozmopolit olan şehir artık çok daha büyük yelpazeden insana ev sahipliği yapıyor. Siz bu durumun İzmir üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz, İzmir sosyo-kültürel ve ekonomik olarak bu yoğunluğu başarıyla kaldırabiliyor mu?

İzmir bu yoğunluğa uygun olarak hazırlanmak durumunda, İzmir’i yönetenler de ona göre hazırlıklarını yapıyorlar, onu gözlemliyoruz. İzmir’in yeterli bir altyapısı var, daha da geliştirilebilir mi, evet geliştirilebilir. İzmir esas itibariyle iyi, kaliteli, demokratik, sabahları birbirlerine selam veren insanların olduğu bir ortamda yaşamak isteyenler için bir çekim merkezi. Doğası, insanı, kültürü ve demokrasisi anlamında pek çok insan tarafından cazibe merkezi olarak görülüyor, Türkiye’den ve hatta dünyadan da insanların gelip buraya yerleşmek istediklerine bizzat ben de tanıklık ediyorum. Çünkü İzmir eşsiz güzelliklere sahip, keşfedilmemiş bir çok yeri olan, bakir bir kent. Tabi İzmir’i yönetenler, özellikle sosyal demokrat belediyeler, bu göçlerle İzmir’in yağma edilmesine de izin vermiyorlar. Diğer kentlere göre daha derli toplu, nüfusu da gittikçe büyüyen bir kent. İstanbul göç vermeye başlarken, İzmir bütün göçleri çeken bir kent haline gelmiş durumda. Dikkat ederseniz bu göç dalgasına rağmen İzmir’de bir yağma, talan düzeni yok. İzmir’deki sosyal demokrat belediyecilik anlayışının ne olduğunu, insanların buraya gelişiyle ve geldiklerinde kentin düzeninin bozulmayışıyla daha net anlayabileceğimizi düşünüyorum.

İzmir ve ilçelerinin gelişmişlik düzeyi hayal ettiğiniz yerde mi?

Bana göre gelişmiş şehir beton blokların fazla olduğu değil, insanların özgürce, mutlu ve huzurlu şekilde yaşadıkları şehirdir. Bu anlamda Kadifekale’ de, Çiğli Balatçık da, Bornova Çamdibi de gelişmiştir. Yani burada insanlar kaliteli, özgür, huzurlu bir kentte yaşıyorlar, sabahları kalktıklarında iş yerlerine gidecekleri mesafe maksimum 20-25 dakikadır. Diğer şehirlerde daha kısa mesafelerde çok daha fazla zaman kaybı yaşanmasına rağmen İzmir’de durum böyle değil. Bununla beraber İzmir’de hırsızlık, gasp oranları diğer yerlere göre daha düşük, bu da İzmir’in kültürüyle ilgili bir durum. Yani gelişmişlikten anladığımız insani yaşam kalitesinin yüksekliği ise, İzmir gelişmiş bir şehirdir.

“SÖZ KONUSU VATANI HER ŞEYİYLE SEVMEKSE EĞER, VATANIN AĞAÇLARINI DA SEVECEKSİNİZ.”

Milletvekilleri halka hizmet eder ve bu anlamda halkın milletvekillerinden birtakım istekleri oluyor. Fakat halk da memlekete hizmet eder, sizin bu doğrultuda İzmir halkından beklenti ve istekleriniz nelerdir?

İzmir halkı dün olduğu gibi bugün de itiraz etmeyi bilmeliler. Hem kentleri için hem de ülke için seslerini yükseltmeleri gerektiğini düşünüyorum. İzmir insanının Türkiye’de ve dünyada birer elçi olması lazım. Demokrasiyi, özgürlükleri, barışı, kardeşliği, İzmir’in yaşam tarzını, İzmir kalkınma modelini anlatacak birer temsilci olmaları gerekiyor. Onlar için çalışan milletvekillerine de destek olmaları, sahip çıkmaları gerektiğine inanıyorum. Mesela biz milletvekilleri çalışırken bir çok işler yapıyoruz, o işlerin anlaşılıp paylaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ben geçtiğimiz günlerde verdiğim bir kanun teklifinin reddedilmesi sonucu bir basın açıklaması yapmıştım. Bu, Çam Fıstığı Araştırma ve Koruma Enstitüsü kurulmasına dair bir kanun teklifiydi ve İzmir hatta Türkiye açısından çok önemli gördüğüm bir teklifti. Reddedenler ise bu ülkede milliyetçi, muhafazakar, mukaddesatçı olduğunu iddia edenlerdi. Dönüp baktığınızda bu anlamda HDP’nin MHP’den daha milliyetçi bir tavır sergilediğini görüyoruz. Onlar bu ağaçların, bu ülkenin değerlerinin korunması için evet oyu verdiler. Bunları o bölgede, mikro dokunduğumuz yerlerde yaşayanlar başta olmak üzere tüm İzmir halkının iyi anlaması gerektiğini düşünüyorum. Mesela İyi Parti bu anlamda çok vatansever bir partidir. Söz konusu vatanı her şeyiyle sevmekse eğer, vatanın ağaçlarını da seveceksiniz. Milliyetçilik sadece insanı sevmekle değil, o ülkenin her şeyini, bütün değerlerini sevmekle ve korumakla ilgilidir. Maalesef biz bunları korumak, yaşatmak gibi algısı olmayan, milliyetçi, mukaddesatçı partilerle karşı karşıyayız. İzmir halkının da bunları iyi görüp, iyi değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Şehrin en büyük sorunu olarak neyi görüyorsunuz?

Ben İzmir’in biraz daha yeşil olması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Bayraklı’nın sırtları ve Kadifekale bölgesini biraz daha yeşillendirebilirsek İzmir cennetten bir köşe haline dönüşebilir. Ben İzmir’de nefes alabildiğimi hissediyorum, başka hiçbir yerde nefes alırken bu kadar rahat değilim. Ama bunu çok daha iyi bir hale getirebiliriz, getirmeliyiz.

“TUNÇ SOYER’İN İZMİRLİ OLMANIN GURURUNU BİZE DAHA ÇOK YAŞATACAĞINI DÜŞÜNÜYORUM.”

Son yerel seçimle birlikte İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olan Tunç Soyer, İzmirliler tarafından çok sevildi ve benimsendi. Sizin kendisi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

İzmir, dünya kentleri içinde marka kent olma anlamında inanılmaz derecede avantajlara sahip bir kent. Doğasıyla, tarihiyle, kültürüyle, bize asırlar önce miras bırakılmış değerleriyle İzmir dünyanın marka kentlerinden biri olabilecek bir şehir. Tunç Soyer’in de bunları bulup çıkartıp tüm dünyada İzmir’in marka değerini ciddi şekilde yükseltebileceğine inanıyorum. İzmir’de daha önce yapılanların üzerine çok şey koyabilmesinin yanında İzmir’in marka değerini arttırarak, İzmirli olmanın gururunu bize daha da çok yaşatacağını düşünüyorum.

“ESKİDEN ULUSAL HEDEFLERİMİZ VARDI AMA MEVCUT HÜKÜMET BUNLARI TÖRPÜLEDİ.”

Bildiğiniz gibi son dönemlerde S-400 alımlarıyla beraber Türkiye’nin ekseniyle ilgili yoğun tartışmalar yaşandı. Siz Türkiye’nin bu süreçte nasıl konumlanması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Türkiye’nin kendi savunma sistemlerini kurması gerektiğiyle ilgili hiçbir tereddüdüm yok. Fakat Türkiye’nin ait olduğu dünyayla ilgili 17 yılda geldiği yeri sorgulamak gerekiyor. 17 Yıl önceye döndüğümüzde Türkiye Batılı bir eksendeydi, Avrupa Birliği vizyonu vardı, bugün geldiğimiz noktada ise Avrupa Birliği’nden ve yaratılan değerlerden çok uzakta bir Türkiye’yle karşı karşıyayız. Fakat dönüp baktığınızda aynı Türkiye’nin borçlanmak için Avrupa Birliği ve Amerikan kaynaklı, özellikle de Londra’daki birtakım para piyasalarıyla işbirliği yaptığını görüyorsunuz. Bu bana Cumhuriyet dönemi öncesi Osmanlı’nın son zamanlarında finansman bulmak için bir yandan Fransa’ya giderken, öbür taraftan Almanya ile iş tutan Damat Ferit dönemini çağrıştırıyor. Ulusların milli politikaları olmalı, örneğin Ruslar’ın ulusal hedeflerinden bir tanesi olan sıcak denizlere inme politikası gibi, ya da Amerika’nın ulusal politikalarından biri olan kendi yaşam tarzlarını tüm dünyaya benimsetme, Amerikan değerlerini üstün kılma amaçları gibi. Bizim de eskiden bu gibi ulusal hedeflerimiz vardı ama mevcut hükümet bunları törpüledi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusun önüne koymuş olduğu ulusal politikaların, gelecek vizyonunun en önemlisi “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”tür. Şimdi geldiğimiz noktada ne yurtta ne cihanda ne de komşularla barış halindeyiz. Doğru bir dış politikamız yok. Bugün aramızın iyi olduğu bir ülkeyle yarın düşman olmayacağımızın garantisi yok. Ulu Önder Atatürk bize bir de muasır medeniyetlerin üstünde olma hedefi koymuş. Muasır medeniyetlerin üstünde olmaktan edebiyat, kültür, sanat, bilim ve teknoloji alanında onlardan çok daha üstün olmayı anlıyoruz. Bu saydığımız değerler bugün Anglosakson geleneğinde, Avrupa ve Amerika’nın yarattığı değerlerde var. Biz bugün o eksenden çok uzağa gitmiş, onların çok gerisine düşmüş durumdayız. O anlamda S-400’ü de bunların doğrultusunda yorumlamak lazım. Neden biz Patriot alamadık da, daha geri ülkelerle işbirliği sürecine girdik bunları sorgulamamız lazım.

“MÜLTECİLERİ BİYOLOJİK SİLAH OLARAK GÖREN BİR İKTİDARLA KARŞI KARŞIYAYIZ.”

Bildiğiniz gibi Türkiye’de sıkça tartışılan bir başka konu da Suriyeli mülteciler. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu durumu insan hakları yönünden, hangi mültecilerin Türkiye’de olduğu yönünden, ekonomik yönden, Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi’nden kaynaklı mülteci hakları yönünden değerlendirmek gerekir. İlk olarak Türkiye’de mültecilerin yasal statüsü belli değil. İkinci olarak bu insanları daha önce Süleyman Soylu’nun da “Kapıları açarsak Avrupa boğulur.” açıklamasında da belirttiği gibi biyolojik silah olarak gören bir iktidarla karşı karşıyayız. Her sıkıştığı dönemde Avrupa’yı Suriyeli mülteci tehdidiyle terbiye etmeye çalışan bir iktidar var. Tabi dünyada bazı şeylerin belli kurallarla kontrol altında tutulması gerekiyor. Bizde mülteciler maalesef kontrol ve kayıt altında değiller, Türkiye’de işgücü piyasasındaki etkileri ölçülemiyor. Bunların hepsi ayrı ayrı birer sorundur. Sorunun en tepesi ise, Türkiye’nin Suriye’de ne işi olduğu sorusuydu. Biz komşumuzla niye düşman olduk? Ortak programlar, ortak bakanlar kurulu toplantılarından bu hale nasıl geldik? Sorgulanması gereken, sorunun kaynağı aslında budur. Ben hızlıca Suriye’nin normalleşmesi gerektiğine inanıyorum. O bölgede Suriye’yi, özellikle Halep, Şam gibi bölgeleri karış karış bilen insanlardan biriyim. Suriye rejiminin hızlıca normalleşmesi, savaşın bir an önce bitmesi ve buradaki insanların güvenli bir şekilde evlerine dönmesi gerekiyor. Ve iddia edildiği gibi Türkiye’ye gelen mültecilerin büyük bir çoğunluğu selefilerden oluşan göçmenlerse bu Türkiye için çok daha büyük sorunların başlangıcında olduğumuz anlamına gelir. Bizim hızlıca bu mülteci sorununu hallediyor olmamız gerekir.

“KADIN DAYANIŞMASININ SİYASETTE ÇOK EKSİK OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM.”

Siyasette kadın temsiline nasıl bakıyorsunuz, ülke olarak sizce bu konuda ne aşamadayız?

Çok iyi bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Ama bu kadınların da kendilerini sorgulaması gereken bir konu. Yani yaşadığımız sorunlara baktığımızda yarısından fazla üyesi kadın olan bir partide siyaset yapıyorum, fakat biz 2014-2015 yıllarında bir ön seçim yapmıştık. Bu ön seçimde kadınlar kadınlara oy vermemişti. Yani kadın dayanışmasının da siyasette çok eksik olduğunu düşünüyorum. Temsiliyetinin de bu dayanışma eksikliğinden dolayı düşük olduğunu düşünüyorum. Yani kadın kadını desteklemeden, kadının kadının önüne çelme atarak gittiği bir siyaset anlayışı var. Sadece erkeklerin lütfuna bırakılan temsiliyet oranında olmalarının sebebinin aslında kadınların kendi içlerinde, kendilerine karşı yürüttükleri mücadele olduğunu düşünüyorum.

Politikacı-halk iletişimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz kendinizi bu anlamda nasıl değerlendirirsiniz?

Ben salonları çok sevmiyorum. Yani evet salonda olmak da gerekli ama halk bir biley taşıdır. Ne kadar halkın içinde olursanız o kadar yetişirsiniz. Tonlarca kitap okusanız da, halktan, bilge bir kişiden, bir ihtiyardan duyduğunuz sözün yerini tutamıyor. Eğer doğru iletişim kurduysanız size sorunlarını o kadar yalın, o kadar net anlatıyor ki, yetiştiğinizi hissediyorsunuz, ülke sorunlarıyla ilgili inanılmaz donanımlara sahip oluyorsunuz. Sizi yetiştiriyor, sizi bileyliyor, sizi hazırlıyor. Onlarla iletişimde olmak, onlarla oturmak, bazen bir kahvede benden büyük biriyle tavla atmak, çayını içmek benim hayatımda inanılmaz derecede eğitici olmuştur. Zaten o iletişimi kurduğunuz zaman başka bir enerjiye ihtiyaç duymuyorsunuz.

Pek çok insan vekilliğin avantajlarından bahseder. Ama her mesleğin bazı zorlukları da vardır. Siz bu dezavantajlara örnek olarak neyi gösterebilirsiniz, vekillik hayatınızda sizi zorlayan şeyler oldu mu?

Bir kere sizde olmayan gücün size vehmedildiğini görüyorsunuz. Yapabilirliğiniz az olan şeylerde psikolojik olarak kendinizi güçsüz ve yetersiz hissediyorsunuz. Çünkü karşınızdaki insanlar sizden aslında çok kolay, ama sizin gücünüzü aşan şeyler talep ediyorlar. O zaman inanılmaz güçsüzleşiyorsunuz. Tabi daha farklı zorlukları da var vekilliğin. Örneğin zamanınız size ait değil, yaşamınız size ait değil, sizde olan aslında hiçbir şey size ait değil. Mesela benim açımdan en zor olan, ben kentte olduğum zaman ailemle zaman geçirmeyi seven, mutlaka ve mutlaka evimde uyumak isteyen bir adamım. Oğullarımı yatmadan önce mutlaka öperim. Günlerce Ankara ya da İstanbul’da olduğum zaman bu hazdan mahrum kalıyorum. Bu bende inanılmaz bir üzüntü ayartıyor. Bunun ötesinde keyifleri de yok değil, ama bunların da büyüsüne kapılmış değilim.

“OTURDUĞUM KOLTUKTAN GÜÇ ALMAK DEĞİL, OTURDUĞUM KOLTUĞA GÜÇ VERMEK İSTERİM.”

Milletvekilliği sürecinde ailenizin size desteği nasıl?

Ben aktif siyasete başlarken eşimden izin alarak başladım. Bu yol benim tek başıma yürüyeceğim bir yol değildi, ailemin de bana destek olması gerekiyordu. Ben AKP iktidara geldikten sonra aktif siyasete başladım. Bir gün geriye döndüğümde çocuklarıma ülkeniz bu hale gelirken babanız hiçbir şey yapmadı ve biz İranlaştık, Suriyeleştik demek istemediğim için, siyasete girme kararımı eşimle de müzakere ederek aldım ve mücadele ettim. Benim şöyle bir yapım var; oturduğum koltuktan güç almak değil de oturduğum koltuğa güç vermek isterim ve o koltukta işgalci olmak istemem. Sürekli çalışarak o koltuğu büyütmek isterim. O anlamda bana bir günden bir güne şikayet etmeden destek oldu ailem. Hem eşim, hem annem, babam, kardeşlerim. Mesela bir konuşmaya hazırlanırken, edebiyatçı kız kardeşime danışırım, hukukçu kardeşimden yardım alırım. Ablam kravatımın rengini beğenmez, mesaj atar. Benim çok bilge bir babam var, 1946 doğumlu bir Cumhuriyet öğretmenidir. Kendisi ideolojik olarak benden biraz daha ileridir. Otururuz onunla tartışırız, o zenginleştirir beni. Yani ailemin her bireyi bana destek olur, bundan sonra da olacaklarına inanıyorum.

“GENEL BAŞKANIN PARTİYİ BİRAZ DAHA GENÇLEŞTİRECEĞİNE İNANIYORUM.”

Kurultay süreci yaklaşıyor, eylülde takvimin işletilme durumu var. Kurultayla birlikte oluşacak tablo sizce nasıl olacak, beklentileriniz nedir?

Özellikle Genel Başkanın bu süreçte örgütte de bilge olarak kabul edildiğine tanıklık ediyoruz. Uzun zamandır ilk defa Genel Başkanın istediği kadrolarla çalışabileceğine, istediği yapıyı kurabileceğine inanıyorum. Tabi kurultay süreçleri bizde çok heyecanlı geçer, bir yarışma olarak görülür. Bu sefer bir şenlik havasında geçeceğine inanıyorum. Genel Başkanın istediği yönetim yapısını kuracağını ve partiyi biraz daha gençleştireceğine inanıyorum.

“EĞER BİZ KENDİMİZ BİR HATA YAPMAZSAK, CHP İKTİDARA GİDER.”

AKP’de Ali Babacan’ın kuracağı yeni partiyle beraber bir çatırdama olacağı ve CHP’nin bu süreçte iktidara gideceği yorumları yapılıyor. Bu konuda yeni partinin Türk siyasetine etkisi ne olur?

Yeni parti ya da AKP sürecini çok fazla irdelemeden şunu söyleyebilirim ki, CHP koşar adım iktidara gidiyor. Koşar adım iktidara giden bir partinin sadece ve sadece yakınındaki insanların çelme takması sonucunda sendeleyeceğini düşünüyorum. Biz eğer kendimiz bir hata yapmazsak Cumhuriyet Halk Partisi iktidara gider. AKP’den bağımsız olarak, Cumhuriyet Halk Partisi kim yönetecek, kadroları kimlerden oluşuyor sorularıyla fazlaca muhataptı.  Fakat bugün, “Ekrem İmamoğlu nereden çıktı?”, “Muhittin Böcek varmış, Zeydan Karalar varmış.” tepkileriyle karşılaşıyoruz. Yani CHP’de bir kadro olduğunu, ciddi bir kadro ve ideoloji partisi olduğunu insanlar görmeye başladı ve artık CHP’nin Türkiye’yi yönetebileceğine inanıyorlar.

Son dönemlerde özellikle İzmir bazında ciddi şekilde disiplin dosyaları gönderildi. Bu disiplin mekanizması daha önce bu kadar sıkı tutulmuyor muydu, yoksa son dönem CHP’deki güç savaşlarından mı kaynaklı bir durum, bir YDK üyesi olarak sizin bu konudaki yorumunuz nedir?

YDK partinin vicdanıdır. Siz orada 15 kişiden birisiniz, bir bireysiniz. 15 Arkadaşınızın vicdanı bir olup bir karar veriyorsa o karar tartışılmaz ve partinin vicdanını temsil eder. Eğer o arkadaşların suçu varsa cezalarını çekerler, suçsuzlarsa da aklanarak çıkarlar. Ben o dosyaları bilmiyorum, bakmadım. Prensip olarak da Yüksek Disiplin Kuruluna dosya gelmeden önce hiçbirini okumuyorum ve ilgilenmiyorum.

Yorumlar (0)
21°
parçalı bulutlu
banner202